user preferences

New Events

Yunanistan / Türkiye / Kıbrıs

no event posted in the last week

Türkiye: Modernleşme, otoriteryenizm ve siyasal İslam

category yunanistan / türkiye / kıbrıs | miscellaneous | opinion/analysis author Thursday May 14, 2009 23:59author by Ender Yılmaz & José Antonio Gutiérrez D. - Red & Black Revolution #13author email miasnikov at gmail dot com Report this post to the editors

[İrlanda'da 2008 başında Red & Black Revolution dergisinin 13 nolu sayıısnda yayımlanmıştır.]

Türkiye bu yıl İslamcı bir partinin cumhurbaşkanlığını alması olasılığına karşı Ordu’nun tehditleri ile gündemdeydi. Türkiye AB ile üyelik müzakerelerinde olduğundan, bu hamle Avrupa Birliği’nde bir dizi soruyu gündeme getirdi. Türkiye’deki iki tedirginlik verici iktidar alternatifi siyasal İslam ve yönetim kademesinde zor gücünü temsilen ordu olan modası geçmiş otoriteryen Kemalist laikçilik. Avrupa burjuvazisi, 1980’e benzer bir diktatörlükten yana olmayacaklarını bildiren açık bir mesaj yollayarak, ordu yerine iktidardaki İslamcı AKP’yi destekledi. AB’ye girişin nihai olarak demokratikleşmeye yardımcı olacağını söyleyerek Türkiye ile Yunanistan’ın otoriteryen geleneğini kıyasladılar.

Bu bağlamda, mevcut krizi doğru şekilde kavramak için, Türkiye toplumunu şekillendiren altta yatan etmenleri ve tarihsel kökenlerini anlamak önemlidir: Mevcut durumun doğası, krizinin doğası, iktidar blokları ile ilişkisi ve Türk siyasal İslam’ının sui generis (kendine özgü) (1) doğası. Geniş açıdan, bu krizin aynı zamanda Soğuk Savaş sonrasında ve “Teröre karşı savaş” yeni çağında, güçlerin yeniden dizilişiyle ilgili olduğunu görebiliriz. Bu eğilimi destekleyen tabanın ABD’ye düşman kalması ve AB konusundaki inancını giderek yitirmesi lıgerçeğine rağmen, “Batı”, Türkiye siyasal İslam’ında, yalnızca neoliberal değil aynı zamanda İslamcı bir müttefike de sahibidir.

Türkiye siyaseti çelişkiler ve paradoksal durumlarla doludur. Sonuç, siyasal İslam’dan liberal bir yenilenme dalgası bekleyenleri umutsuzluğa düşüren, temel meselelerde uzlaşmış ve bazı kozmetik değişiklikleri dışında, Kemalist devletin baskıcı siyasi yapılarını koruma konusunda anlaşmayı sürdüren “demokratik” siyasal İslam ile “otoriteryen” ordunun işçilerin temel çıkarlarına karşı elit alternatifler olmasıdır.

İslamcı Refah Partisi (RP) ile sağcı Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümetinin iktidarı bırakmaya zorlandığı ve daha sonra RP’nin yasaklandığı 1997’deki postmodern darbenin (2) neredeyse 10 yıl sonrasında, siyasette tuttukları yeri hatırlatmak için, güçlü Türk ordusundan bir başka hamle daha geldi. Abdullah Gül’ün Başbakan Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi sonrasında, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) öncülüğündeki Beyaz Türklerin laikçi muhalefeti tarafından düzenlenen bir parlamento boykotu oldu. Hükümetin görüşünü destekleyen geçmiş kararlar olmasına rağmen, ordunun askeri müdahale korkularını dirilterek, 27 Nisan’da bir muhtıra yayınlaması ve ordunun siyasi kudretinin yerinde ve güçlü olduğunun sinyalini veren, Türkiye sosyal hayatının son yüzyılına sirayet etmiş olan baskıyı yenilemesi sonrasında, Anayasa Mahkemesi muhalefetin safını tuttu (3).

İki gün sonrasında bir dizi “Cumhuriyet Mitingi”nin parçası olarak İstanbul’da kitlesel gösteriler başladı. Konsept, cumhurbaşkanlığı seçiminden aylar öyle orducu Cumhuriyet gazetesi tarafından yaratılmıştı ve laikçi ılımlılar veya orducu STK’lardan katılımcılar geldi. Bu kentli laikçi orta ve üst sınıflar Beyaz Türkler olarak da adlandırıldılar. Göstericiler İslamcı hükümet aleyhine sloganlar attılar, ancak askeri müdahale karşıtı sloganlar da attılar. Bu, krize yeni bir boyut ekledi.

Ordu konusundaki mevcut kördüğüm, Türkiye hayatının paradokslarının biri olarak aşikar hale geldi: Laikçiliğin otoriteryen bir güç olması, öte yandan siyasal İslam’a, oynamak için demokratik kartların kalması (4). Bu görünür paradoksun gerçek doğasını anlamak için, Türkiye toplumunun tarihine biraz daha derinleşmek önemlidir.

Kemalist Devlet ve Sanayileşme

Türkiye 1930’larda İthal İkameci Sanayileşme (İİS) ekonomi modelini geliştiren ilk ülkelerden biridir. Bu, ithal edilen mallara bağlılığı ortadan kaldırmaya dönük bir girişimdi. Kemalistler, Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgi ardından, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından yerel bir burjuvazi yaratmak istediler. Daha sonra “Türklerin babası” anlamındaki Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal öncülüğünde, otoriteryen ve militaristik bir modernleşme yolunu temsil etti. 1920’lerde Türkiye’nin batısında İngiliz destekli Yunanistan işgaline karşı silahlı direnişte önde gelen bir generaldi ve 1923 ve 1950 arasında tek parti döneminde iktidarda olan CHP’yi kurdu. Başta liberal bir serbest piyasa anlayışına sahip olmasına rağmen, 1920 krizi sonrasında, bu modernleşme çabası doğrultusunda, ithal edilen mallara bağımlılığı ortadan kaldırmayı hedefleyen İİS modeli uygulamaya kondu. Ülkeyi sanayileştirmek, onu kendine yeterli hale getirmek ve modernleştirmek için, bazı yeni doğan sanayileri desteklediler. Türkiye’yi bir saltanattan modern bir batılı Cumhuriyete dönüştürmek istediler (5).

Bu, yalnızca yerli Sünni Müslüman bir Türk burjuvazisini canlandırmakla kalmadı; aynı zamanda dini devletin kontrolüne soktu. Fikir yalnızca bir modernleşme esası yaratmak değil (ulusal bir burjuvazi), aynı zamanda dayatılan laiklik üzerinden bunun bir “görüntüsünü” de yaratmaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem ABD direktifleri hem de büyük toprak sahiplerinin iç muhalefeti (6) CHP’yi çok partili bir sistemi kabule zorladı. Otuz yıl sonraki ilk serbest seçimlerde, CHP Demokrat Parti (DP) tarafından yenilgiye uğratıldı. Böylelikle, 1950’lerde büyümenin odağı sanayiden tarıma değişti ancak sanayi kapitalistleri 1960 darbesi sonrasında önceki rollerini geri aldılar. Yasaklanan DP Adalet Parti (AP) olarak devam etti ve geniş kır nüfusunun desteği ile izleyen yirmi yıl boyunca meclisteki en büyük parti haline geldi. Ordunun desteği sayesinde 1961 seçimlerini kazanabildikleri için, CHP bu imajı daha halkçı bir alternatifle değiştirmeyi denedi. 60’ların sonlarında CHP kendini “ortanın solu” ilan etti ve “toprak işleyenin, su kullananın” gibi sloganlarla 70’lerde birçok kez iktidara geldi. 1973’te sanayiciler daha sonra büyük bir siyasi aktör olacak bir iş derneği olan TÜSİAD’ı kurdular (7).

İİS modeli büyük ölçüde başarılı oldu, ancak geniş ölçüde kendine yeterli olmasına rağmen, Türkiye halen dış piyasadan hem petrol hem de yeni teknolojiler/makine ihtiyacı içindeydi. 70’lerdeki 2 petrol krizi, stabil ve düşük enerji fiyatları rejimini sona erdirdi ki bu durum, küresel ABD hegemonyasının temellerinden biriydi ve Türkiye’deki krizi derinleştirdi. İç taleple baş etse bile, sanayisi ile yabancı piyasalarda rekabet edememesi büyük bir sorundu. Bu krizin ana kaynağının nedeniydi: hem petrol hem de teknoloji almak için kritik önemde olan döviz (dolar) elde edememek (8).

Bu, önemli dengesizliklere ve büyük bir borç krizine yol açacak şekilde hükümetin borç almasına neden oldu. 70’lerin sonunda şiddetini arttıran bu kriz, sol ile sağcı milliyetçiler arasındaki çatışmalarla birlikte, 1980 darbesinde otoriteryen bir “çözüm” buldu. Önceki iki askeri darbeden (1960 ve 1971) farklı olarak, bu darbe, bir yandan İİS ekonomik modelinde bir dizi yapısal değişim gerçekleştirirken, öte yandan da devrimci sendika DİSK bayrağı altında 1961-1980 arasındaki kitlesel işçi mücadelesi ve direnişlerini yürütmüş ve sol eğilimli aydınlar ve radikal öğrenci hareketinin 70’lerdeki yükselişini görmüş olan ülkedeki devrimci solun kökünü kazımak için özellikle zalimane bir girişimdi.

Pinochet Şili’sindekine benzer bir hatta, devletin otoriteryen çerçevesi, demokratik bir ortamda hayata geçirilmesi imkansız olan bir dizi halk karşıtı değişikliği gerçekleştirmek için işe yarardı. Ve bir kez daha değişimler hayata geçirildi, solcu militanların fiziksel imhası gelecekte devrimci bir perspektifle yeni düzene karşı çıkma kapasitesinde kimse olmamasını güvenceye aldı. Ancak darbeciler devletin baskıcı yapısını kendi çıkarları için kullanmakla kalmadılar: bu baskıcı özellikleri yeni bir Anayasa (1982’de onaylandı) ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) adı verilen yeni bir kurumsal yapı yoluyla daha da azgın bir hale getirdiler (9).

1980 Darbesi: Ayaklanma Karşıtı bir Devlet olarak Türk Devleti

70’lerdeki karşı devrimci süreçten bu yana Latin Amerika’da da, birçok devlette MGK mevcuttur. Askeri darbe sonrasında Türkiye’de aynı yapının ortaya çıkması tesadüfi değildir. Türkiye’nin patlamaya hazır ve siyasi olarak istikrarsız Ortadoğu’da ABD emperyalizmi ve NATO’nun stratejik müttefiki olarak hayati konumu, MGK’yı tesadüf olmaktan çıkarıp, Ordu ile burjuvazinin diğer kesimleriyle (telek dışı, küçük burjuvazi vb.) birlikte dahi egemen konum elde edemeyen tekelci burjuvazinin mantıki bir yanıtı haline getirmektedir. Darbe sırasında oluşan Türk devleti ile açık şekilde devrimci ve hatta reformist hareketleri bastırmak üzere tasarlanmış olan ve ideolojik olarak Ulusal Güvenlik Doktrini’ne dayanan Latin Amerika’daki ayaklanma karşıtı devlet arasında birçok paralellik mevcuttur. Bu nedenle, zorlama bir şekilde benzerlik ve farklılıklar arayarak değil ama, Türk siyasal sistemini devrimci bir bakış açısından daha iyi anlamaya imkan veren yararlı kategoriler aramak için, Latin Amerikalı teorisyen Ruy Mauro Marini’nin ayaklanma karşıtı devlet tanımlamasına başvuracağız. Bu tür devletler konusundaki yapısal tanımlaması – sergileyebilecekleri belirli aldatıcı siyasi görünümün ötesinde – Türkiye için yararlıdır:

“Ayaklanma karşıtı devlet (...) Yürütme gücünde diğer tümü karşısında (...) Yürütme içinde iki merkezi karar alma organının mevcudiyeti ile aşırı bir büyümeyle temsil olur. Öte yandan, Silahlı Kuvvetler Personeli’nden; ordu temsilcilerinin sermayenin doğrudan delegeleri ile birbirine geçtiği üst karar organı olan Milli Güvenlik Kurulu’ndan; ve karar alma sürecini bilgilendiren, yönlendiren ve hazırlayan istihbarat servislerinden oluşan askeri organ (...). Diğer yanda ise, kilit noktalarında sivil ve askeri teknokratların olduğu devlet elindeki kredi, üretim ve hizmet kuruluşlarının yanı sıra ekonomi bakanlıkları ile temsil edilen ekonomik organ vardır. Bu nedenle, Milli Güvenlik Kurulu, iki organın birbirlerine geçtikleri ve Ayaklanma Karşıtı Devletin hayati organı olarak en üstü oluşturdukları bir araya geldiği bir alan olur.” (10)

Bu nedenle, hem tekelci kapitalistler hem de ordunun iktidarı paylaştığı bir yeri temsil eder. Ancak aynı zamanda da, Marini’nin belirttiği üzere, klasik üçlü (Yürütme, Yasama ve Yargı) yerine dört güce sahip özel bir burjuva devlet formunu temsil eder ve dördüncüsü Silahlı Kuvvetler’in, iç çelişkilere boğulmuş bir siyasi bağlamda baskıcı bir “moderasyon” rolü oynayacak şekilde, siyasette son söze sahip olmasını garanti eden Ulusal Güvenlik Kurulu’dur.

Türkiye için Keyder tarafından da açıklandığı üzere, “MGK içinde, kuvvet komutanları kabine üyeleri ile bir araya gelirler ve izlenecek politikayı dikte ederler. MGK, sıklıkla atanmış siyasi bakanları baypas ederek, tüm istihbaratı toplamak ve ilgili bürokrasi kademelerince uygulanmak üzere politikalar geliştirmek üzere tasarlanmış kalıcı bir sekreterlik ve personelle donatılmıştır (...). Dışişleri ve askeri politikalardan sivil ve siyasi hakların yapısına, ortaokul müfredatından enerji politikasına dek neredeyse her şey, değişmez şekilde, sekreterlik tarafından formüle edilmiş çerçeve içinde, nihai olarak aylık MGK toplarında karar bağlanır.” (11)

Ayaklanma karşıtı devlet yalnızca askeri diktatörlük koşullarında var olmaz, demokratik bir ambalajda da var olabilir. Türkiye’de, 1982 Anayasası darbeci cuntayı korumuştur ve Anayasa bugünkü demokraside de varlığını sürdürmektedir. “Demokratik” ayaklanma karşıtı devletin ana özellikleri, bu Dördüncü Gücün (MGK) egemenliği, demokrasinin sınırlandırılmış karakteri (genellikle bu kısıtlamalar kendilerini seçim süreçlerinde gösterirler (12)) ve bir dizi olağandışı yasanın ile geniş şekilde yoruma tabi tutulabilen bir anti-terör yasasının varlığıdır.

Devletin tüm bu baskıcı özellikleri, 1984 ile 1999 arası dönemde, Kürt sorunu ile daha da şiddetlenmiştir. Ve hem burjuvazinin rakip kesimleri arasındaki artan çatışma hem de 2003’ten bu yana güneydoğudan yeni bir PKK saldırı dalgası ile, bir miktar liberalleşmeye karşın, bu özelliklerden en azından bazılarının uzun vadede korunması ve hatta gerekli zamanlarda güçlendirilmesi muhtemeldir.

Neoliberalizm ve Egemen Sınıflarda Yeni Bloklaşmalar

1980 darbesi ile, yalnızca devlet seviyesinde değil, Türk toplumda derin değişimler yaşandı. Askeri cunta tüm siyasi partileri ve devlet eliyle kurulan Türk İş dışında tüm sendikaları kapattı. Asker egemenliğinin son derece baskıcı koşulları olmaksızın hayata geçirilmesi imkansız olan büyük bir ekonomik neo-liberalizasyon dalgası yaşandı. Böylelikle, işçi hareketinden bir karşı koyma olmaksızın, devlet ekonomik modeli liberalleştirmek için bir dizi esaslı tedbiri uygulamaya koydu. Bunlar arasında, özelleştirme, kamu sektörünün küçültülmesi, esnek istihdam ve ekonominin deregüle edilmesi vardı. Bu tedbirlerin tahmin edilebilir sonuçları devalüasyon ve reel ücretlerin stagnasyonu, ulusal gelirde ücretlerin payının zorla azaltılması, istihdam rakamlarında sonuçları görülebilecek şekilde bazı sanayilerin tasfiyesi ve sendikaların ardında işgücünün yıkımı oldu (13).

Darbe sonrasındaki ilk seçimlere (1983) üç parti katıldı: Anavatan Partisi (ANAP), orducu Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve sosyal demokrat Halkçı Parti (HP). Askeri cuntanın beklentilerinin tersine, MDP ANAP tarafından yenilgiye uğratıldı ve daha sonra kendisini feshetti. Bir dizi dönüşüm ve isim değişikliği ardından HP, CHP adını aldı.

İİS modelinin yerini IMF tarafından dikte edilen mali kemer sıkma önlemleri ve İhracata Yönelik Sanayileşme (İYS) aldı. Yeni ekonomik rejim, sabit sermaye birikimine karşı en büyük bariyerlerden biri olan işçi sınıfı direnişini “çözmeyi” başarması gerçeğine rağmen, pek de başarılı olmadı. 80’lerdeki en düşük büyüme seviyelerine bile büyüyen bir dış borç pahasına ulaşıldı. İstanbul sanayicilerinin iddiasız kazançlarının tersine, Anadolu (12) küçük burjuvazisi ve o kadar da küçük olmayan burjuvazi İYS’den büyük fayda gördüler. Anadolu Kaplanı olarak anılan bu kesim Anadolu’da sendika yokluğundan ve güçlü İslami toplumsal bağlarından faydalanarak sanayi bölgeleri geliştirdiler. Çok az devlet desteğine sahiptiler ve geleneksel elitlerin, örn. Devlet bürokrasisi ile TÜSİAD’ın yaşamına yabancıydılar. Siyasi arenada 1983’te 60 sonları ile 70’lerdeki (15) iki partinin geleneğini izleyerek İslamcı Refah Partisi’ni kurdular. Yalnızca Anadolu burjuvazisini bir araya getirmekle kalmayıp, artan şekilde mobilize bir halk desteğini de arkalarına aldılar (DP gibi sağ kanat partiler 50’lerde kırsal nüfus içinde güçlü bir desteğe sahipti. Şehirlere göç edenleri, kendilerine sağlanan patronaj ağları nedeniyle bu partileri desteklemeye devam ettiler. CHP ve sol, 70’lerde küçük köylülüğün ve şehre göç edenlerin desteğini almayı başardı ancak 80 darbesi ile bu son buldu. Şehirlerdeki boşluk, Refah’ın yükselişi ile doruğuna ulaşacak şekilde, 80’lerde İslami STK’larca dolduruldu).

Türk bankacılık sistemi, 90’larda yapısal sorunlar ve yolsuzlukla boğuşmaktaydı ve bu 1991, 1994, 1998 ve en ciddileri 2000 ve 2001’de yaşanan krizlere yol açtı. İşçi sınıfının yaşam koşulları, 89’da ana olarak kamu sektörü işçilerinden yükselen ve reel ücretlerde önemli artışlarla sonlanan ve mevcut kamu sektörü sendikalarının tohumlarını atan bir protesto dalgasına dek 80’lerde son derece kötüleşti (16). Bu durum, devlet harcamalarında, PKK’ye karşı yürütülen savaşın maliyetinin en yüksek olduğu dönemde hükümetin yabancı sermaye akışı ile finanse edilebileceğini düşündüğü bir artışa yol açtı. Ancak bu krizlerin arkasında, 1989’da, örn. Türkiye bankacılık sistemini düzenlemek için çok zayıf bir yasal ve idari çerçeveye sahipken ve makroekonomik istikrardan yoksunken içe ve dışa dönük finansal hareketler karşısındaki engellerin ortadan kaldırılması suretiyle gerçekleştirilen Sermaye Hesabı liberalizasyonu yatıyordu. Türkiye finans kapitali bu hastalıklı sistemden devasa karlar elde etti. Devletten borç aldılar ve kimi zaman %20’lere varan gülünç reel faiz oranlarıyla krediler verdiler. (17)

Anadolu burjuvazisi, 1990’larda iş derneği TÜSİAD’ın benzeri MÜSİAD altında örgütlendi ve 1996-97’deki RP-DYP koalisyonunu destekledi (18). Anadolu burjuvazisinin dışa dönüklüğünün aksine, bu hükümet içe dönüktü ve Ortadoğu devletleri ile işbirliğini artırmayı denedi. Bu koalisyon Kasım 1996’da Susurluk’ta yaşanan ünlü trafik kazası ardından ortaya çıkan skandal ile maluldür. Bu kazada eski bir İstanbul Emniyet Müdürü ve faşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) şiddet odağı gençlik örgütünün lideri öldü; aynı zamanda Kuzey Kürdistan’daki PKK karşıtı büyük bir köy ile Kürt aşiretinin lideri olan DYP’li bir milletvekili ise yaralandı. Bu kaza, güvenlik güçleri, siyasetçiler ve organize suç arasındaki ağları açığa çıkardı.

RP’nin düşüşü bir postmodern darbe olarak adlandırılır. 28 Şubat 1997’de yapılan olağan bir MGK toplantısı üzerinden gerçekleştirilmiştir ve ordu hükümeti laik düzeni değiştirmekle suçladıkları popüler bir kampanyayı (19) halkı mobilize etmek için kullanmıştır. Gerçekte, bu burjuvalar arası egemenlik çatışmasının yeni bir bölümünden başka bir şey değildi. Refah’ın yasaklanmasıyla, RP geleneği başka bir parti, Fazilet’i (20) kurdu ki bu da 2001’de yasaklandı ve içinden 2 parti çıktı: Daha katı çizgideki Saadet (21) ve şu anda iktidardaki parti olan ve mecliste üçte ikiden biraz az bir çoğunluğa sahip olan ılımlı AKP.

Yeni bin yıl, elitler arası yeni çatışmalar

2000 ve 2001 ekonomik krizlerinin yol açtığı yıkım siyasette benzer etkiler yarattı ve Kasım 2002 seçimlerinde AKP’ye mecliste mutlak çoğunluktan fazlasını verdi. Bu, 50’lerdeki DP zaferinden beri gerçekleşmemiş bir şeydi. Önceki koalisyon hükümetinin partileri (23) oyların yalnızca %13’ünü aldılar.

AKP hükümeti çarpıcı bir neoliberal dönüşüm yaşadı ve sayısız özelleştirme yaptı. Bu, artan cari işlem açığını, örn. İhracat ve ithalat arasındaki farkı finanse edecek şekilde, Türkiye’ye büyük bir yabancı sermaye akışı da sağladı. Enflasyon %10’un altına düşürüldü (24) ve 2002’den bu yana Türkiye ekonomisi yılda %7,5’lik bir büyüme gösterdi. Öte yandan, işsizlik kötüleşiyordu. Bu ise büyümenin, işsizliği absorbe etmek yerine işgücünün artan şekilde sömürülmesine dayandığını gösteriyordu. Ancak ekonominin geleceği, esasında küresel güçlerin algılarına ve havasına bağlıydı ve herhangi bir kötüye işaret 1997-98’deki Asya krizine benzer bir krizi provoke edebilirdi.

Geçtiğimiz son dört yıl içinde, egemen sınıflar içinde dört blok belirginleşti: Ordu, TÜSİAD, MÜSİAD ve Fetullahçı TUSKON. Fetullah Gülen geleneksel Nurcu (25) hareketi bıraktı ve egemenliği altında, şirketlerden, yüksek okullardan, üniversitelerden (26) vb.nden oluşan yeni bir imparatorluk kurdu. 1999’da Türkiye’de imparatorluğunun sahip olduğu varlıkların 25 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor (27). Gülen merkez sağ hükümetlerle iyi ilişkilere sahip oldu, güçlü bir Amerikancı hatta sahip ve geçtiğimiz yıllarda arkadaşları TUSKON adı altında kendi iş örgütlerini kurdular. 1999’da, her düzeyde (ordu, polis ve bürokrasi) devlet aygıtı içine sızmayı denemekle suçlandı ve sonrasında ülkeyi terk etti. Gülen ABD’de yaşıyor ancak AKP ile ordu arasındaki son anlaşmazlıklarda muhtemelen etkin bir role sahip olan Fetullahçılarla, halen büyük bir etki gücüne sahip.

MÜSİAD dışında tümü, ABD emperyalizmi ile çok sıkı bağlara sahipler ve TUSKON ile bu ana farklılık dışında, ortak bir geçmişi paylaşıyorlar. Ordu ve TÜSİAD, yıllardan bu yana geleneksel egemen blok olarak, ortak bir kültürel arka plana ve geçmişe sahip. Tüm iş grupları, ordunun rolünü eleştiriyorlar ve daha parlamento merkezli bir burjuva siyasetinden yanalar. Özellikle TÜSİAD AB’ci reformların ön planında, ancak TÜSİAD’ın birkaç aile holdinginin kontrolünde olduğunu belirtmeliyiz. Bu nedenle, ordunun siyasi rolü karşısındaki eleştirileri üyelerin birçoğu tarafından paylaşılmayabilir.

Irak’ın ABD tarafından işgali Türkiye’de siyasi dengeleri alt üst etti. Ordu Türkiye’nin işgale katılımı doğrultusunda bir kampanya organize etmedi ve AKP milletvekillerinden çoğunun (28) geleneksel ABD karşıtı İslamcılığı sayesinde, meclis Türkiye toprağının saldırı için kullanılmasına onay vermedi (29). Savaş karşıtı hareket, savaşa karşı güçlü bir karşıtlık duyan kitleleri protesto gösterilerine çekmeyi başaramadı ancak en büyük başarısızlık, ortalama bireyleri kızdırmamak için Türkiye Kürdistan’ındaki savaş konusunda sessiz kalmaktı. Bugün, Kuzey Irak’ta de facto bir Kürt devleti kurulmuş durumda ve PKK Abdullah Öcalan’ın 1999’da tutsak edilmesi ardından başlattığı 4 yıllık ateşkesi 2004’te sona erdirdi.

AB ile Kasım 2004 müzakereleri sonrasında, ordu 2005 baharında bir “psikolojik” kampanyaya başladı (30). Bugün, ana amacın Türk toplumundaki ABD karşıtı duyguları İslamcı hükümete ve Kürt sorununu barış yoluyla çözmek isteyen her türlü girişime karşı yönlendirmek olduğunu söyleyebiliriz. İlk provokasyon 21 Mart 2005’teki Kürt Newroz kutlamaları sırasında gerçekleştirildi. Ardından gelen gün, gazeteler Kürt çocuklarının Türk bayrağını yakmaya çalıştığı haberini yaptı. Çocuklar bayrağı kendilerine siyah takım elbiseli bir adamın verdiğini iddia ettiler ancak bu asla araştırılmadı. Bunu, bildiri dağıtan solcuların PKK lehine slogan atmak veya PKK bayrağı sallamakla suçlandığı linç girişimleri geldi. Bu provokasyon kampanyasının tüm olaylarını burada sayamayız ancak bu saldırılar arasında Diyarbakır’daki Kürt sivillere dönük bombalamalar, Trabzon’daki rahip cinayeti ve Malatya’da misyonerlerin katledilmesi, Diyarbakır’da PKK gerillalarına karşı kimyasal silah kullanımına karşı Kürt protestolarının 15 ölümle sonuçlanan bastırılmasını sayabiliriz.

Bu esnada, mafya ve devlet arasındaki ilişkileri daha da açığa çıkaran polis operasyonları gerçekleştirildi; Türkiye’de “derin devletin” çok uzun bir geçmişi vardır (31). 2006’da, Türkiye’nin güneydoğu köşesinde yer alan Şemdinli’deki yerel Kürt halk, bir kitapevine bomba atan Türk kontr-gerilla güçlerinin üyelerini yakaladılar (32). Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, bunlardan biri için şu sözleri sarf etti: “Kendisini tanırım. İyi çocuktur.” Davaları, devlet bağlantılı birçok çete davası gibi çıkmazda.

Bu provokasyon kampanyasının ana olaylarından bir başkası, “özgürlükçü sosyalist” Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) bir üyesi olan Ermeni gazeteci Hrant Dink suikastıdır. Muhtemelen polis içindeki Fetullahçılar dolayısıyla, katiller ve alt düzey planlayıcılar hızla yakalandılar ve kont-gerilla ağları ile ilişkileri bir şekilde açığa çıktı. Bu orduya karşı çıkmaya yol açmadı, çünkü egemen sınıfların bir parçası olarak, Fetullahçı elitler açık bir meydan okumaya kalkışmadılar. Egemen sınıfların bir çetesi Hrant Dink’in cesedini kullanarak diğerine karşı mücadele ediyor.

Sol hızla tepki göstermeyi başardı ve suikast günü binlerce insanı harekete geçirdi. ÖDP, savaş karşıtı olaylar sırasında Kürt illerindeki savaş konusundaki sessizliklerine benzer bir tavırla sloganları yasaklayarak bu cenazeyi depolitize etti, hatta medya cenazenin adeta reklamını yaptı. Salı günü olmasına rağmen 100 bin kişi “Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeni’yiz!” pankartı arkasında yürüdü. Slogan Türk milliyetçilerinin elinde katılımcıların Türk olmayışlarını “vurgulamak” için kullandıkları en büyük koz halini aldı.

Parlamento Seçimlerine Doğru

(33) Ordu Kemalist olmayan bir cumhurbaşkanının seçilmesini bugüne dek başarıyla önledi (34) ve bu amaçla STK’ları ve web sitesini kullandı – ANAP ve DYP milletvekilleri, ordunun laiklik karşıtı ve ulusalcılık karşıtı akımlara (AKP’yi kastederek) karşı uyardığı bir e-muhtıra yayınlaması ardından 29 Nisan’daki cumhurbaşkanı seçimlerine katılmadılar. 29 Nisan Cumhuriyet mitinglerindeki birçok insan askeri bir darbeden yana değildi ancak ordunun kendisini Türk demokrasisinin tek koruyucusu olarak görüyorlardı.

Bu esnada, merkez sağ AKP karşısında bir muhalif blok oluşturmayı başaramadı. ANAP ve DYP’yi 50’lerin partisi DP adı altında birleştirme girişimi başarısız oldu. Bunun anlamı burjuva bloğun çoğunluğunun nihai olarak AKP’yi destekleyeceği idi.

Bugün burjuva siyasetin ana teması ordunun Kuzey Irak’taki PKK üslerine karşı bir askeri operasyon başlatıp başlatmaması üzerine: Nisan başında, ordunun en yetkili ağzı Büyükanıt operasyondan yana bir konuşma yaptı. Başbakan sınırötesi bir askeri operasyon yazılı bir başvuru olmadığını söylese de, o günden bu yana Türk ordusu Irak’a komşu Güneydoğu sınırına askeri yığınak yapmakta. Ne ABD bir Türk operasyonundan yana ne de Irak’taki Kürt elitleri, örneğin Irak cumhurbaşkanı Talabani ve Irak Kürdistanı başkanı Barzani, çünkü bu Kuzey Irak’taki oluşturulmuş tek barışı tehdit edebilir (37).

DYP (artık DP) lideri ve geçmişte “PKK’ye karşı 1000 operasyon” yaptığını övünçle açıklayan eski kontr-gerilla şefi Mehmet Ağar, barışçıl çözümün destekçisi haline geldi. PKK’ye “dağda savaşmak yerine düz ovada siyaset yapma” çağrısı yapacaklarını açıkladı ve Türkiye, Irak, Azerbaycan ve Gürcistan’dan oluşan bir ortak Pazar sistemi önerisinde bulundu. Bazı burjuva gazeteciler kısmen desteklese de son derece olumsuz tepkiler aldı. Zihnindeki değişim, ABD ile bağları dolayısıyla, Irak’taki verili durumda Kürdistan ile iyi ilişkilerin stratejik önemini gören Fetullahçı kapitalistler ile ilişkilerine bağlandı – istikrarsız bölgede sağlam bir zemin yaratmak için İsrail, Türkiye ve Kürtler arasında bir ittifaka ihtiyaçları vardı. Her şekilde, seçimler nedeniyle, bu konuda daha fazla konuşmayı tercih etmedi.

Ordu bunu AKP oylarını düşürmek için bir taktik olarak kullanabileceğinden, AKP lideri Erdoğan da PKK karşısında ağır sözler etmeye ve Kürt sorununu yok saymaya bağladı. PKK Haziran 2008’de ateşkese resmen son verdi (38) ve Türkler arasında çok güçlü tepkilere yol açan bir bomba Ankara’nın ortasında 6 sivilin ölümüne yol açtı. Irak’taki PKK liderliğinin yanı sıra Kürt ulusal hareketinin yasal kanadı DTP (Demokratik Toplum Partisi) de bunu kınadı, ancak eylem muhtemelen, bombayı yanlış zamanda patlatan, kendilerinden biri tarafından gerçekleştirilmişti – hedef muhtemelen Büyükanıt’tı. Avrupa’daki liderlik bunu kınamadı ve arkasındaki sosyo-politik nedenlere bakmalıyız dedi (39). 12 Haziran 2007’de, Erdoğan’ın PKK karşısında yeni taktiklerin görüşülmesi için resmi olmayan bir “güvenlik zirvesi” çağrısında bulunması ardından, PKK yeni bir ateşkes ilan etti.

DTP, meclise girebilmek için gerekli %10’luk ulusal barajı aşabilmek için seçimlere bağımsız adaylarla birlikte giriyor (40). AKP ve CHP bağımsız milletvekili sayısını düşürmek için meclisten yeni yasalar geçirirken, Kürtlerin yeni mecliste AKP ile Kürt sorununda askeri çözüm yerine siyasi bir çözümden yana gayri resmi bir ittifaka gitmesi son derece muhtemel. PKK’nin yeni ateşkesi aynı zamanda kısmen ulusal güvenlik konusunda AKP’ye yönelen eleştirileri de boşa düşürmeyi hedefliyor. Öte yandan Kürt ulusal hareketi, Fetullahçılarla bağlantılı oldukları tahmin edilen, Kürtler arasındaki İslamcı akımlarla da rekabet halinde (41).

Mevcut PKK karşıtı diskur seçimler sonrasında sakinleşebilir ancak yükselişe de geçebilir. CHP en ünlü sağ kanat adayları listelerine taşıyarak sağa kaydı. Öte yandan eski faşist MHP son on yılda aşırı sağdan merkez sağa uzun bir yolculuk yaptı. Bir CHP-MHP koalisyon hükümeti baskıyı arttırabilir. Bunun çok az çaba gerektirdiğini belirtmeliyiz: AKP hükümeti, 301. madde olarak anılan son derece sert bir “Anti Terör Yasası”nı meclisten geçirdi. Yasa “Türklüğe” karşı herhangi bir davranışı cezalandırıyor ve son günlerde yeni yasalar polisin elindeki hakları geniş ölçüde arttırdı.

Sol için perspektifler

Sol bir yenilgi dönemi yaşıyor. Geçen yıl her görece büyük yarı legal sol kanat örgüt polis operasyonlarına maruz kaldı. Üniversitelerde sol soruşturmalar ve faşist saldırılarla minimize edildi. Sol savaş karşıtlığını bir sıçrama tahtası olarak kullanamadı, çünkü bir mücadele programından yoksun ve yumuşak reformizm ile militan marjinal konum arasında gidip geliyor. Yalnızca birkaç örgüt büyümeyi veya en azından örgütsel yapılarını ayakta tutmayı başardı. Başarılarının temelinde programatik güçleri ve/veya, işçi kitleleri arasında taban yaratmak için militan ısrarları yatıyor. Bu başarı ayrıca anti demokratik merkeziyetçi yapılarından da kaynaklı, ancak bu er veya geç kendilerine dönecek (Halihazırda üretkenlik karşıtı sekterliğin bir kaynağı haline gelmiş durumda). Anarşist komünistler, Leninist olsun veya olmasın, başarılı olsun veya olmasın her örgütün deneyimlerinden öğrenmesini bilmeli.

Sol taktilerini, hem teori ve sloganlar düzeyinde hem de pratikte sınıf hattında formüle edebilmeli. Solun büyük çoğunluğu, savaş karşıtı harekette Kürt sorununu yok sayarak birleştirici sloganlar kullanmayı denedi. Buna karşın, Hrant Dink’in cenazesinde azınlıklarla dayanışmayı vurguladı. Birinci durumda Kürtler konusundaki sessizlik ABD karşıtı duyguların ordu tarafından Kürtlerin hedef gösterilmesinde kullanılmasına yolu döşedi. İkinci durumda, moral bir anti ulusalcı konum öne sürmek yalnızca ordunun Türk milliyetçiliğini yükseltmeye dönük psikolojik operasyonunun işine yaradı.

Birçok solcu örgüt, bir tarafta ordu ve CHP gibi eski tarz cumhuriyetçiler ile diğer tarafta iş dünyası ve AKP gibi neoliberaller olan sahte bölünmeye işaret etti. Her iki taraf da işçi sınıfına karşı neoliberal ekonomik uygulamalar ve baskıcı sendika karşıtı ve sol karşıtı yasalar üzerinden saldırılardan yana. Benzer şekilde her iki kesim de ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki rolü karşısında hiçbir gerçek muhalefete sahip değiller. Son olaylarla ordu ile saf tutan partiler radikal soldaki akımlar tarafından sert eleştirilere tabi tutulur ve neredeyse aforoz edilirken, reformistler ve Kürt ulusal hareketi ile ittifak halindeki sosyalist partiler tarafından AKP liberallerine eleştirel desteğe (42) karşı çıkılmadı. Kemalist olmayan sol saflarda beyhude bir anti faşizm boy vermekte ve sınıf merkezli bir anti faşist anlayış yokluğu nedeniyle kendisini liberal elitlerin savunusu ile sınırlamakta. Bu nedenle, gelecekteki çok daha baskıcı uygulamalar için AKP’nin kendisi tarafından kurumlar oluşturulduğunu görememekte.

Laikçi/İslamcı çatışması, işsizlik ve çalışan yığınların düşük satın alma gücü gibi daha önemli sorunların ön plana çıkarılması karşısında bariyer işlevi görüyor. Açığa çıkan gerçek her iki tarafın birbirini beslediği ve ihtiyaç duyduğudur. Bu nedenle devlet aygıtındaki İslamcılar devlet ile yasadışı örgütlenmeler arasındaki tüm bağları açığa çıkaramazlar ve Kemalist elitler cemaatlerin gücünü ortadan kaldıramazlar. Elitler arasındaki bu çatışmanın ana kurbanları, yüzyıldan uzun süredir bedenleri “modernleştirici” erkekler arasındaki savaşın alanına çevrilmiş olan kadınlardır. Dini inançlara karşı hoşgörü ve bu inançlar arasında fark gözetmemek yalnızca sınıf ayrıcalıkları ile statükocu hiyerarşinin tasfiyesi ile mümkün olabilir. Sosyal devrim olmaksızın her burjuva bloğu dini egemen sınıfların diğer blokları ile rekabet etmek ve işçi sınıfı direnişini geri püskürtmek için kullanacaktır. Sol bu iki burjuva kategorisinden hiçbirine meyletmemelidir ve mevcut mücadelelere katılmalı ve onları anti-patriyarkal ve anti-elit bir zeminde birleştirmelidir.

Ana pratik sorunlar sol ile çalışan yığınlar arasındaki temassızlık ve sekterliktir. Sol bu meselelerde çok daha doğru bir konumda olabilirdi ancak insanlara taşımak için yollara sahip değilse, doğru konumun da pek faydası olmazdı. Buna ancak iki şekilde ulaşılabilir: Öncelikle sol küçük ama elde edilebilir reformlar için mücadelede merkezi bir rol üstlenmeli ve en radikal talebin illa ki en gerekli olan olmadığını anlamalıdır. Yalnızca bu şekilde insanları etkileyebiliriz. Sendikalaşma mücadeleleri, işçileri ve toplum derneklerini örgütlemek için sendika ötesi dernekler mevcut ve bu amaca ulaşmak için önemli araçlar durumundalar.

İkincisi sol örgütler arasındaki işbirliği arttırılmalı ve tabandan yükselmeli ve net amaçları hedeflemeli. Mevcut işbirliği girişimleri örgüt temsilcilerinin platformlarına dayanmakta. Bu işbirliği yapısının, küçük basın açıklamaları yapmaktan başka, çok yetersiz olduğu kanıtlanmış durumda. Bu yapı yalnızca yerellerdeki halkı değil, aynı zamanda örgütlerin sıradan üyelerini de karar alma yapılarından dışlıyor. Devletin sol örgütleri marjinalize etmek için, onların masum insanları kullandığı propagandası yapmasının başarılı olması şaşırtıcı değil. Yalnızca devleti eleştirmeyi bırakıp kendimizi eleştirmeye başlamanın zamanı gelmedi mi?

Seçimlere ilişkin ek

22 Temmuz genel seçimleri egemen bloklar arası iktidar mücadelelerini değiştirmek için belirleyici bir gündemdi, çünkü her biri açısından bir meşruiyet sınavıydı. Açık galip AKP hükümeti oldu ve açık kaybeden de CHP ve ordu. AKP oyların neredeyse yarısını aldı ve seçmen katılımı %85 civarındaydı. Bazı İslamcılar ve liberaller bu büyük artışı ordunun darbe tehditlerine karşı “sivil bir muhtıra” olarak sunsa da, muhtemelen AKP’nin merkez soldaki boşluğu doldurma başarısı ile ilişkiliydi. Geleneksel olarak, sağ kanat partiler oyların %60-70’ini, sol ise geri kalanını alır.

Bu seçimlerde milliyetçi MHP birçok seçmene fazla “radikal” ve ayrıca CHP’nin “sol”-Kemalizm’ine fazla yakın göründü. Ayrıca DYP ve ANAP gibi geleneksel merkez sağ partiler son derece gözden düşmüş durumdalar. Öte yandan, sözde sol (CHP ve DSP bloğu) ulusalcılığa öylesine gömüldü ki çalışan yığınlar için herhangi bir sosyo ekonomik program önermeyi unuttular. Bu nedenle, her sınıftan insanlar istikrara, yani AKP’ye oy vermeyi tercih ettiler. MHP meclise girmeyi başardı ancak 1999’daki %18’e kıyasla %14 oy alabildi. İki değil de üç parti %10 barajını aştığı için AKP koltuk kaybetti ancak yeni parlamento daha AKP dostu görünüyor. CHP neredeyse tecrit oldu ve hatta müttefiki DSP AKP’nin halk nezdindeki meşruiyetini kabul etti.

AKP karşıtı duyguların yumuşamasının bir nedeni açık ki Kürt partisi DTP’nin AKP karşısında yaşadığı oy kaybı. Partiyi ambleminden tanıyabilen ancak birçok bağımsız adayın adını ayıramayan Kürtler arasındaki düşük okur yazarlık gibi teknik sorunların da bir etkisi oldu. Ancak sosyal sebepler çok daha önemli. DTP Kürt ulusal sorununu çözme noktasında kesin bir program tanımlamaktan yoksun. Ayrıca Kürt kitlelerinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sosyo ekonomik programdan da yoksun. Öte yandan Kürt bölgeleri 80’lerin başında İslamcıların zeminiydi ve bu nedenle AKP’nin başarısının Kürt toplumunda derin kökleri var. İslamcı bir yorumcu Türkiye’deki en büyük dini cemaatin, yani Gülen cemaatinin AKP için çok güçlü bir kampanya yürüttüğünü belirtti.

AKP’nin ikinci adamı Abdullah Gül, son derece barışçıl şekilde yeni Türkiye cumhurbaşkanı oldu. Egemen bloklar arasında önümüzdeki süreçte yaşanacak çatışmalar yeni anayasa üzerine olacak. AKP anayasayı yenileyecek ve Kemalizm’e ve Atatürkçülüğe yapılan referansların çıkarılmasını öneriyor. AB de “Türklüğü” koruyan 301. maddenin iptalini tavsiye ediyor. Ancak tüm bu tartışmalar, işçi sınıfına ve işçi sınıfı aktivistlerine hiçbir şey kazandırmayacak elitler arası çatışmalar olarak ele alınmalı. Bu liberal değişimler yapılsa dahi, önceki AKP hükümeti tarafından oluşturulan sert bir anti terör yasamız ve polis yasaları olacak.

Diğer yandan, işçi sınıfına dönük saldırılar devam ediyor. Kamu çalışanları, 1990’ların ilk yarısında işçi sınıfının öncü unsurları arasındaydı ancak pazarlık süreçleri bürokratik sahtekarlık halini aldı. Şu anda burjuvazinin açık saldırısı nedeniyle, birçok özel sektörde görüşmeler durduruldu. En bürokratik sendikalar dahi bu koşulları kolayca kabul edemiyor. Burjuvazi nihai olarak sendikasızlaşmayı ve işçi sınıfının atomize edilmesini dayatıyor ve sendika bürokrasisi ya teslim oluyor veya “karşı çıkıyor” (elbette işçi sınıfı çıkarları için değil kendi ayrıcalıkları için). Sıradan işçilerden örgütlü bir karşı çıkış dalgası olmaksızın bu saldırılar durdurulamaz. Ve dünya çapında yakın süreçte ve Türkiye’nin işçi sınıfının tarihinde böylesi karşı saldırıların birçok olumlu örneğini gördük.

Dipnotlar
1. ‘sui generis’ Latince ‘şahsına münsahır’ anlamında bir ifadedir
2. Darbeye Türk toplumunda “post modern” adı verildi. Kastedilen asker tarafından sahneye konulan darbenin genelde olduğu üzere askeri ayaklanma ile değil Mahkemeler üzerinden yapılmasıdır.
3. Türk ordusu ABD ordusu ardından NATO’nun ikinci büyük ordusudur.
4. Benzer bir paradoks Tunus, Mısır, Suriye ve Cezayir gibi eski Arap sosyalist-ulusalcı devletleri için de söz konusu.
5. ‘Economic Change in Twentieth Century Turkey: Is the Glass more than Half Full?’ Şevket Pamuk, Working Paper no.41, Paris Amerikan Üniversitesi. 22 Ocak 2007 tarihli sunum.
6. Osmanlı İmparatorluğu sırasında genellikle devlet toprak üzerinde tek yetkiliydi. Yalnızca Kürdistan ve Lübnan’da feodalizm benzeri bir sosyal yapı görebiliriz. 18 yy.daki feodalizme yönelik son eğilimler, girişimci aristokrasi yerine Osmanlı İmparatorluğu’ndan yana saf tutan İngiliz emperyalizminin yardımıyla 19. yy başında yenilgiye uğratıldı. Bu nedenle 20. yy Türkiye’sinde büyük toprak sahipleri kapitalistlerden ziyade, Kuzey Kürdistan hariç, feodal lordlar yerine kapitalistlerdi.
7. Ekonomik modelden büyük faydalar görseler de, uzun vadede sınırlılıklarını özellikle devlet bürokrasisinden çok daha iyi anladılar ve 70 sonlarında İİS politikalarına karşı bir propaganda kampanyası başlattılar.
8. Çağlar Keyder, “The Turkish Bell Jar”
9. Keyder, age
10. “La cuestión del fascismo en América Latina”, Cuadernos Políticos, México, Ediciones ERA, núm. 18, octubre-diciembre, 1978, s. 21-29.
11. Keyder, age
12. Türkiye’de, bir partinin meclise girebilmesi için ulusal ölçekte oyların %10’unu alması gerekiyor. Bu özellikle radikal küçük partilerin temsilini önlemek için tasarlandı ancak Kürt ulusal özgürlük hareketinin 1984’teki yükselişi sonrasında Kürt partileri için Yasama organına girmesi önünde engel haline geldi.
13. Keyder, age. Ayrıca bkz., Pamuk, age, s. 17-18
14. Anadolu Türkiye’nin Asya kısmıdır
15. Her iki parti de sırasıyla 1971 ve 80 darbelerinde kapatıldı.
16. Bu protestolara “Bahar Eylemleri” denilmiştir.
17. Pamuk, age, s.19-20.
18. DYP bir sağ partidir.
19. Susurluk kazasını “sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık” isimli popüler bir kampanya takip etti. İnsanlar her akşam saat 9’da lambalarını kapatıyorlardı. Askeri kışlalar da aynını yapmaya başladığı zaman, hareketi kolayca medyaya taşıdılar.
20. FP
21. SP
22. Adalet ve Kalkınma Partisi
23. ANAP, MHP ve DSP.
24. Enflasyon oranları 1990’larda %80 ve 2000’de %50 civarıydı.
25. Said-i Nursi, 19. yy.dan bu yana Osmanlı entelektüellerinin birçok kuşağı tarafından denemiş olan Batı modernizmi ile İslam’ın sentezini yaratmaya çalışan bir Kürt Müslüman alimdir. İslam’a ilişkin tüm fikirleri ana akım siyasetten dışlayan Kemalist iktidar döneminde siyasetten geri çekildi. Düşünce yoluyla cihadın destekçisiydi ancak 50’lerde DP iktidarı döneminde anti-komünizmin açık destekçisiydi.
26. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde ve Eski Sovyet ülkelerinde okulları vardır. Muhtemelen ABD tarafından yardım görmektedir.
27. http://www.hri.org/news/turkey/anadolu/1999/99-06-22.an...ml#01
28. Liderliği ile olmasa da, güçlü kamuoyu muhalefetine rağmen işgale destek vermeye meyilliydiler. Bkz. Cihan Tuğal “NATO’nun İslamcıları”, New Left Review 44, Mart-Nisan 2007.
29. AKP bu milletvekillerini 22 Temmuz seçimlerinde aday listelerine almadı.
30. “Psikolojik operasyon” aslında resmi bir kavramdır. 2003’te bir gazete – basının %60’ını kontrol eden büyük Doğan medya kartelinin sol liberal gazetesi olan Radikal – MGK toplantısı notlarını yayınladı. Orduda gizli bir Psikolojik Operasyon Bürosu vardır.
31. “Derin devletin” iki olası ana tarihsel kaynağı, imparatorluğun son günlerinde Ermeni ve Rumlara karşı katliamları organize eden geç Osmanlı gizli servisi ve Avrupa ülkelerinde soğuk savaş sonrası açığa çıkarılan ancak Türkiye’de dokunulmadan kalan NATO’nun anti-komünist Gladyo ağıdır.
32. Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele veya JİTEM olarak adlandırılır.
33. Bu makale 18 Haziran 2007’de, seçimler yapılmadan önce tamamlanmıştır. Seçim sonrası duruma ilişkin bir güncelleme için bkz. aşağıdaki “Ek”.
34. AKP dilerliğinin dönüşümünü vurgulamak için “Kemalizm karşıtı” İslamcılıktan dahi iyi bir tanımlamadır.
35. Yakın zamanda insanları “teröre karşı kitlesel tepki göstermeye” çağıran tartışmalı bir e-bildiri yayınlandı.
36. Türk ordusunun halihazırda Kuzey Irak’ı işgal ettiğine yönelik söylentiler oldu, sonrasında yalanlansa da, bölgede tüyleri diken diken etmeye yetti.
37. ABD muhtemelen İran’a karşı PKK’nin PJAK adlı İran kanadı üzerinden örtülü bir savaş yürütüyor.
38. 2003’ten bu yana yeni bir saldırı dalgası olmasına rağmen.
39. Muhtemelen Savunma Bakanı’nı hedef alan bir başka bombalı saldırı girişimi açığa çıkarıldı.
40. Batı illerinde başta soldan bağımsız adayları desteklediler ancak sonuç alamadılar.
41. Diyarbakır’da bir Danimarka gazetesinde İslam peygamberinin karikatürlerinin yayımlanmasını protesto eden 100 bin kişilik güçlü bir miting yapıldı.
42. ÖDP gibi
43. Haziran 2006 tarihli ulusal çapta bir araştırma bu ikisinin hem 2002 hem de 2006’da en önemli sorunlar olduğu sonucuna ulaştı. Aynı zamanda %65’ten fazlası sivil görevlilerin ve üniversite öğrencilerinin başörtüsü takabileceğini düşünüyorken yalnızca %9 İslami bir devlet istiyor. Kaynak: http://www.milliyet.com.tr/2006/06/14/guncel/agun.html

Kaynak:

Related Link: http://www.anarkismo.net/article/6710
author by anarkopublication date Sat May 16, 2009 09:22author address author phone Report this post to the editors

bu yazı daha önce yayımlanmamış mıydı? ben okudum diye hatırlıyorum.

 

This page has not been translated into 中文 yet.

This page can be viewed in
English Italiano Deutsch
© 2005-2024 Anarkismo.net. Unless otherwise stated by the author, all content is free for non-commercial reuse, reprint, and rebroadcast, on the net and elsewhere. Opinions are those of the contributors and are not necessarily endorsed by Anarkismo.net. [ Disclaimer | Privacy ]